Film İnceleme – Nosferatu

2015 senesinde sinema alemine saldığı ilk uzun metraj filmi The Witch’ten beridir “sanatlı korku” denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Robert Eggers, yeni projesi Nosferatu ile bu ay bir kere daha karşımıza çıktı. Eggers’ın filmi, tıpkı Werner Herzog’un 1979 tarihli aynı adlı yapımı gibi 1922 yılında çıkan sessiz film Nosferatu’nun bir yeniden çevrimi. Eggers The Witch’i çekip bitirdiğinden beri Nosferatu projesini yoluna sokmaya uğraşmış. Aslında orijinal Nosferatu’nun, izinsiz yapılıp isimler ve senaryodaki detaylar değiştirilerek dava yememesine uğraşılmış (ve başarısız olunmuş) bir Dracula adaptasyonu olduğunu düşününce, bu kadar uğraşacağına neden dümdüz Dracula yapmadığını sorgulayabilirsiniz elbette. Bu soruların gayet tatmin edici cevapları var. Nosferatu’nun Kont Orlok’u ile Kont Dracula arasındaki temel farklara bakarak da bu cevapları bulabiliyoruz.
Öncelikle Kont Orlok, Kont Dracula gibi insan görünüşlü, halkın arasında rahatça karışan ve medeniyet oyununu kurallarına göre oynayan tebdil-i kıyafet bir canavar değil. Tam tersine kel kafası, sıra sıra keskin dişleri ve sivri kulaklarıyla gölgelerde saklanan halis muhlis bir yaratık. Kazıklı Voyvoda soylu aristokrat kimliğiyle hem kadınları hem de erkekleri rahatlıkla baştan çıkarır, lanetli ordusuna kattığı kimseleri nüfuzunu genişletmek için kullanırken, Orlok kurbanlarını dönüştürmek yerine direkt öldürüp, gelişine eşlik eden vebayla da ölümlerinin ardındaki folklorik kötülüğü saklıyor. İkisi de yabancı diyarlardan gelen dışarlıklı figürler lakin Dracula’nın bir baştan çıkarıcı olduğu yerde Orlok pandemi sonrası gündemimize daha da uyan, karşı konulamaz bir doğal afet.
Northman’de bile Hamlet’in kökeni olan halk efsanesine dönen Robert Eggers’ın folklorik elementler tarafından cezbedildiğini görmek mümkün. Dracula’nın (ve genel olarak vampir konseptinin) tekrar uyarlanıp romantize edile edile canavar doğasının yumuşatılmış olmasının yönetmenin Nosferatu’nun kollarına koşmasında güçlendirici neden olduğuna dair tahminde bulunmak da öyle. Tüm bunlara Friedrich Wilhem Marnau’nun orijinal Nosferatu’sunun hem sessiz sinema sanatının maharetle çekilmiş bir örneği olması hem de telif davası sebepli yok edilememiş sayılı kopyalarıyla günümüze ulaşmasını ekliyorsunuz ve bu kült klasiğin neden Eggers’ın tercihi olduğu yönündeki sorularınız eksiksiz bir şekilde cevaplanıyor.
Filmin kendisine gelirsek, Eggers her zaman olduğu gibi bu sefer projesini güçlü (ve tanıdık) bir oyuncu kadrosuyla taçlandırmış. Yakışıklılar sülalesinden gelse bile canavar olmaya bayılan, bir diğer ikonik canavar Pennywise’a ve bir diğer dirilmiş The Crow’a hayat veren Bill Skarsgard, Orlok rolünde bizi karşılıyor. Eggers korku filmlerindeki canavarı saklama geleneğini kendi tarzında devam ettirdiği için Skarsgard IT’tekinin aksine jest ve mimik kullanarak beyaz perdeyi şenlendirmiyor. Oyunculuğunu daha ziyade bambaşka bir tona ve kudrete bürüdüğü sesiyle sergiliyor. Ha Orlok’unun tasarımına bonus puan verdirten çok hoş bir detay var, o da Werner Herzog versiyonundakinin aksine direkt Dracula’yı canlandırmadığı halde o gür Vlad Tepes bıyığını taşıması. Jonathan Harker analoğu Thomas Hutter rolünde gıcır Lex Luthor’umuz Nicholas Hoult’u görüyoruz, tüyü bitmemiş kılıbık enerjisini son zerresine kadar kullanıyor. Karısı (ve Mina’sı) Ellen Hutter ise Lily-Rose Depp tarafından canlandırılıyor. Depp, Eggers’ın rol için ilk tercihi olmasa bile nöbet sahnelerinde karakterinin yaşadığı buhranlara eforsuz yedirdiği erotizm bana “İyi ki Anya Taylor Joy rolü geri çevirmiş” dedirtti. Abraham Van Helsing’in Nosferatu şubesi Albin Eberthart Von Franz’a suretini de her yerde görmekten bıkamadığımız Willem Defoe veriyor ve kendisinden bekleyeceğiniz üzere karaktere maharetli bir delilik enjekte ediyor. Son olarak da Aaron-Taylor Johnson, olayların gerçekliğini bir türlü kabullenemeyen Herr Harding’in umarsızca çöküşünü beklentilerimizin epey üstünde yansıtıyor. Oyunculuklar filmin asla falso vermediği taraflarından.
Bir başka falso verilmeyen taraf da görsellik. Nosferatu kostüm (bıyık beee…) ve dekorlarıyla, sahne kompozisyonlarındaki detaycılıkla, ışık ve kamera kullanımıyla fevkaladenin fevkinde bir film. Gerilimin doruk yaptığı noktalarda karakter perspektifleri arasında yapılan geçişler yaratığın lanetini toplu bir buhran olarak seyirciye aksettiriyor. Vampirin doğaüstü gölgesiyle fiziksel dünyaya etki edebilmesi fazlasıyla zevk sahibi bir görselleştirme. Hutter’ın Orlok’un kalesi yolunda gümbür gümbür toynak sesleriyle gelen sürücüsüz bir araba tarafından tam da bir dört yol ağzında alınması, Çingenelerin vampirleri tahta değil de demir kazıklarda avlaması gibi detaylar vampirle iblis arasındaki ayrımı bulanıklaştıran, klasik korku edebiyatını sevenleri mest edecek detaylar. Eggers filmini, folklora olan sevgisini had safhada hissettirecek nüanslarla bezemiş.
Oyunculukları ve görselliği harikulade olsa bile, Nosferatu’nun eksileri yok değil. Northman’i bir kenara alırsak, Robert Eggers’dan daha önce iki adet tam teşekküllü korku filmi izledik. Hem The Lighthouse’da hem de The Witch’te ıssızlıktaki az sayıda insanın başına gelen, delilik ve kötülüğün birbirine karışarak karakterlerin canına ot tıkadığı olaylara tanık oluyorduk.
Nosferatu’da da özellikle ikinci yarı itibariyle mevzu ıssızlıktan medeniyete taşınsa, Orlok’un yanında getirdiği veba Wilsburg’u kasıp kavurmaya başlasa bile her şey ana kadromuz etrafında dönmeye devam ediyor. Önceki filmleriyle bir paralellik sağladığı için bunun bilinçli bir tercih olması muhtemel. Eggers şehir kalabalıklarının göbeğinde yaşanan bir izolasyon yaratmayı amaçlamış olabilir. Sadece bu tercih kadrajı, Nosferatu’yu Dracula’dan ayıran en büyük farklardan birinden, yani vebadan uzaklaştırmış ve salgın temasını biraz boşa çıkarmış. Vampirin şehre gelişinden itibaren yaşanan olaylar çok kısa bir zaman zarfında, doğaüstü bir hızda gelişiyor bence film acelecilikle suçlayacağım bir akışa sahip olmasa bile özellikle buralarda biraz daha demlenebilirmiş. Bir başka “sanatlı korku” yönetmeni olan Ari Aster’ın aksine filmlerinde 2 saat bareminin üstüne pek çıkmayan Eggers, Nosferatu’da seyircisinden daha fazla zaman talep edebilirmiş.
Not: Yine de unutmadan, Eggers’ın bu konudaki problemlerimi giderme şansı hâlâ var çünkü Nosferatu için uzatılmış bir yönetmen kurgusu yayınlanacağı duyuruldu.
Nosferatu’yu tamamen kendi içinde değerlendirdiğimde bir kusur olarak gösteremeyeceğim ancak popüler kültür içinde ele aldığımda benim için bir eksi haline gelen bir senaryo detayı var. Üstü kapalı olarak anlatmaya çalışırsam, Dracula kitabında ve Nosferatu filminin orijinalinde, Mina Harker ve analoğu Ellen Hutter, Dracula/Orlok için ekstra önem arz eden arzu objeleri değildirler. Yaratığın kasıtlı seçse bile duygusal ve doğaüstü herhangi bir bağla bağlanmadığı sıradan kurbanlardan ibarettirler. Ancak Coppola kendi Dracula’sında vampiri bir aşığa, Mina’yı da onun yüzyıllar sonra yeniden doğmuş tek aşkına dönüştürür. Ben kendime adıma bu tercihe “Dracula dediğin şeytanın öz oğludur, aşık canavar görmek istesem Güzel ve Çirkin izlerim” diyerek dudak büken bir insanım. Eggers Dracula mitinde kesinlikle bu kadar dudak büktüğüm bir değişiklik yapmamış ve filmin kendi içinde çok çok daha iyi çalışan bir bağla Orlok’u Ellen Hutter’a bağlamış. Ancak onun yaptığı da Nosferatu’yu nispeten yakın dönemden, ne olduğu anlaşılıp sürprizi kaçmasın diye adını anmayacağım bir başka korku dizisine fazla benzetmiş.
Artıları cepte, eksileri de bir kenara 2024 model Nosferatu, vampir mahlukatını kapitalist romantizmle sulandırılmamış, mitoloji ve folklora göbekten bağlı klasik formunda, Robert Eggers’ın grotesk sosuyla tüketmek isteyecekler için harika bir film. Dracula hikâyesini bin bir farklı formda tüketmiş, sıkılmış ve yeni bir yorum beklemeye başladıysanız, o yorum bu yorum diyemem. Beklentinizi ona göre ayarların.
Not: 4 / 5
Editörün Notu: “Pos bıyıklı Dracula” denildiğinde içi içine sığmayanlar, düşün Robert Eggers’ın peşine!